Okuyacağınız yazım, 2004 yılında UniqueELT dergisinde yayınlanmış makalemdir.
YABANCI DİL VE KÜRESELLEŞME
(POST-MODERNİST BİR YAKLAŞIM)
Küreselleşen bir dünyadayız. Bu süreçte, gelişmelerin etkin bir takibi için yabancı dil kaçınılmaz. Kültürlerarası duvarlar çoktan yıkılmaya başladı bile. Öyle ki, melez kültürler, onların oluşturduğu diğer melez kültürler ve diğerleri ortaya çıkıyor artık. Sanılanın aksine tek bir kültüre gidiş yok; yine çeşitlenme, çatallanma, yeni kimlikler, belirsizlik1 düzeni var. Bu çerçevede, yazımda, yabancı dil öğreniminin yararlarını sıralamaktan çok, küreselleşmenin bizlerde yarattığı gereksiz korkulara yer vereceğim. Son zamanlarda post-modernizm ve post-yapısalcılığın etkisiyle terk ettiğim korku dolu söylemlerden birisi “Dilimiz kirleniyor, kimliğimiz kayboluyor, belirsizliğe sürükleniyoruz” dur. Tarihe, daha da belirgin olarak dillerin gelişim sürecine baktığımızda, bu korkuların ne kadar yersiz olduğu görülür.
İlk olarak küreselleşmenin getirdiği yabancı kültürleri tanıma zorunluluğu ve çeviriyi ele alalım. Hepimizin bildiği gibi bugün, en büyük korkunun nedeni, yabancı kaynaklar dilimize çevrilirken dilimize yerleşen kalıplar ve sözcüklerdir. Çeviri aracılığıyla dilimize gelen bu dilsel öğeler, öz-Türkçeyi kirletmektedir! Peki, öz-Türkçe diye bir olgudan söz edilebilir mi? Öz-olan ve olmayan; Türkçe olan ve olmayan… Türkçeyi diğer dillerden ayırma çabası nedendir? Yapısalcılık2. İkili zıtlıklar yaratma eğilimi: ben ve diğeri, benim dilim ve onların dili ayrımı. Dillerin etkileşimini, bu özelliği ile unutan belki de görmezden gelen eğilim… Dillerin ‘temiz’ kalabileceğine kendini kaptırmış bir eğilim. Ancak hangi dil bugün “kirlenmemiştir” ki? Örneğin, İngilizce. Günümüzde yerlere göklere sığdırılamayan, yerküre(selleşme)de tahtta bulunan hükümdar, Shakespeare’e kadar tutarlı dilbilgisi dahi olmayan, Latince ve ondan türemiş diğer dillerin boyunduruğundaki hükümdar… Ama hükümdar işte! Bugün tüm dünyaya hâkim. Tüm melezliğine, sözde kirlenmişliğine(!) rağmen. Yapısalcılığa kanarsak, bu dil, İngilizlerin öz-İngilizcesi midir? Eğer öyleyse, daha ileriye gidelim; bugün İngilizce kendisini ihraç ederken, aynı zamanda tüm dünyadan yeni kelimeler, kalıplar ithal ediyor. Türkçe ile dahi kirleniyor! Yoğurt, ayran gibi kelimelerin yanı sıra, aslından uzak telaffuz biçimleriyle, ilginç çevirilerle (tavuk çevirme-chicken translation) ve niceleriyle o hükümdara gümüş tepside hediyeler sunuyor. Bütün bunlara rağmen, ‘ingilizcenin hâkimiyeti’ gerçeği gölgelenmiyor; bunun aksine belki de zenginliği ve gücü artıyor. Hem de kirlenme yanılsaması ile sarsılmadan.
İkinci olarak, kimlik kaybetme sorununa eğilmek gerekir. Kimlik kaybetme korkusu da yapısalcı eğilimden kaynaklanır: “insan olarak ben ve diğerleri, ben‘i oluşturan, başkalarında olmayandır; ben, ancak, diğerlerinden farklıysam, aralarında kaybolmuyorsam, kendi kimliğime sahibimdir”. Zaman içinde, her an yeni şeyler öğrenen insan, hep bir önceki ‘an’ daki kendisinden farklıdır. Bunun paralelinde ‘Ben kimim?’ sorusuna verdiği cevap, hep farklıdır. Kimlikler değişkendir, yani kimlikler hep kaybediliyor, yeni kimlikler kazanılıyor. On yaşındayken bu soruya verdiğimiz cevapla, yarın, hatta daha sonrasında verdiğimiz cevaplar farklıdır. Şartlar değişir, siz değişirsiniz. “Bu durumda, bu kimliklerden hangisine sahip çıkmalıyım?” endişesi çıkabilir ortaya; ama aslında buna gerek yoktur: “Benim tamamıyla bana ait bir kimliğim var ve bunu kaybetmemeliyim” endişesi ve söylemi diğer yanılsamadır. Aynı şekilde, dil ve onun getirdiğine inanılan kimlik de bir illüzyondur. Dil, kimlik kazandırma ve kaybettirme yetkisine tek başına sahip değildir. Çünkü değişkendir, bağlam bağımlıdır. Örneğin, Atatürk’ün ölümüyle sona eren kimlik kazanma süreci, bize onun ‘batılı’ olduğunu gösterir. Batılılık bugün dilimizde ilericiliği, çağdaşlığı ima eder. Ama Atatürk’ü ilerici yapan bu dilsel gösterge değil, yaptıkları, başardıkları, miras bıraktıkları, kısacası, yaşadığı dönemde gerçekleştirdikleridir. İleride, doğu, sosyal, ekonomik ve teknolojik bakımdan batıyı aştığında, Atatürk’ün bugünkü söylemde ‘batıcı’ olması (göstergenin bu yeni bağlamda olumlu anlamını yitirmesi), gelecek neslin, onu gerici, çağ dışı olarak adlandırılmasını gerektirmez. Atatürk’ün kendine has kimliği yok olmaz.
Son olarak, belirsizlik sorununu ele alalım: diğer iki korkuyu açıkladıktan sonra bu son korkuyla yüzleşmek daha kolay. Zaten dilimiz her şeye rağmen ‘kirlenmişken’, konuştuğumuz dil bize ait değilken, dünyada söz sahibi dil İngilizlere ait değilken, bugünkü kimlikler dünküne veya yarınkine benzemezken, dil bizim kontrolümüz dışında gelişmekteyken, kısacası, zaten belirsizlik içinde düzen kurmuşken belirsizlikten neden korkalım? Neden bu korkuya kapılıp engellenemez gelişme sürecine girmekten kaçmaya çalışalım? Tarih boyunca kaoslara ayak uydurmayı başarmış, hatta ona ‘düzen’ adını takmışken , neden ondan korkalım?!
Özetle, yabancı dil ve küreselleşme, dönemimizde, hızlı gelişimin, çağı yakalamanın gereklerindendir ve görmezden gelinemez. Sınırlar, duvarlar kalkmışken, kendimize yersiz korku duvarları oluşturarak, tarih boyunca maruz kaldığımız gelişmeleri geriden takip etme hastalığımızdan kurtulmalıyız. Toprak devrimi kaçınılmazdı, geç kaldık; sanayii devrimi kaçınılmazdı, geç kaldık; bilgi üretme ve dolayısıyla küreselleşme devrindeyiz, bu sefer geç kalmayalım!
1. ‘Belirsizlik’in kelime olarak olumsuz göndermeleri var; ancak ben bu terime yazıda olumlu anlamda yer vermeye çalışacağım.
2. Bu, yapısalcı eğilim sonucunda oluşan ideolojik görüşün uzantısıdır. Yazımda Jacques Derrida’nın yapısökümünü kullanarak bu görüşü çürütmeye çalışacağım.
Kenan Akarslan
Kaynak: UniqueELT, Spring 2004 (Issue: 1), S.7